Toplam Sayfa Görüntüleme Sayısı

21 Aralık 2011 Çarşamba

her şeyin fazlası sendin,
sonra her şeyin fazlası zarar dediler,
sonra sen gittin,
şimdi her şeyden uzağım,
fazlası her neyse vermeye razıyım,
nerdesin?..
mandalina kabuklarına kokunu sakladım,
çayın sıcaklığına avuçlarını,
ıhlamur kokan dudaklarını özledim,
üşümek dert değil de,
bu kış gelsen diyorum...

6 Aralık 2011 Salı

11 Aralık

daha bilinmeden üzerine kavgalar edilen tarih.
ve yine hiç sonu olmayan eksiklik tadı.
hiç birinin olamamayı ömrünüz boyu sevdiniz mi?
hiç olmadığı halde hayatınızda,
hiç olmadığı kadar dağıttı mı sizi biri?
ölümden döndünüz mü o yerde,
defalarca öldünüz mü tek bir günde,
hiç olmadığı halde biri hayatınızda,
bağıra bağıra sövdünüz mü ona?
ve bağıra bağıra gitti mi?
gittiği için mi farklıydı,
hiç olmadığı halde,
bu kadar kocaman olduğu için mi?
gittiğinde de,
tekrar geldiğinde de,
 hiç sevmediğimde de,
çok sevmiştim...
küçüktün öyle bir giderdin ki,
büyüdün yine öyle bir gittin ki...
gitmek,büyüdü sayende...

3 Aralık 2011 Cumartesi

yalnızlığımdan değerli olana.

onca susuş, onca kaçış sana kadarmış
onca anı, onca söz dudaklarına kadar.
onca çaba, onca yaşamak-ölmek, defalarca...

yalnızlığım her şeyden kıymetli demiştim,
fakat,
sen yalnızlığımdan da güzeldin.

yalanlar sana dokunduğunda gerçek oldu
sevgilim...

abajurlar vadisi.

Geçen gün tv de gezinirken TRT ekranlarında "SENDE GİTME" adlı diziye rastladım, aradan bir 5 dk geçtikten  sonra kendimi gülmekten alamıyordum, yanlış anlaşılmasın dizi komedi dizisi falan değil aksine dram. Ama filmdeki tüm iç mekanlarda yanık vaziyette bulunan abajurlar vardı: evde,hastane de bir başka evde... Anlayabiliyorum iyi bir ışık yakalamak istemişler, dolgu ışık kullanmak istemişler her şey izleyici için fakat az çok bu işin içinde olanlar anlarlar ki bunun tek yolu her yere abajur koymak değildir. Bir de gece sahnelerinde sadece kullanılsa yine anlarım. Fakat gündüz vakti bizim yatağımızın kenarına koyduğumuz abajurların tüm iç mekanlarda kullanılması dikkatli bir izleyici için inanılmaz bir absürtlük yaratmış. Sanıyorsunuz ki dizi alacakaranlık kuşağında falan geçiyor herhalde. Ama değil bildiğin Anadolu da geçen bir dizi. Neyse sonuç olarak dizinin ışık ekibinin bundan sonra daha dikkatli davranacağını umuyorum.

22 Kasım 2011 Salı

Gökyüzündeki kelebek'e.

Korkuyorum bu kadar güzel olmandan,
Korkuyorum sana hayranlığımı;
sadece bu güzelliğe bağlaman dan.
Bir kelebek olup uçmandan,
o küçücük hayata sıkıştırdığın,
o güzel renklerine,
bir şey olmasından korkuyorum.
Güzel olan her şeyin,
sonunda kötü bitmesi,
kötü olan her şeyin,
bir iz bırakması...
yormaz mı bizi?
yorulmanı değil,
sana ömür katmayı diliyorum...





15 Kasım 2011 Salı

Bir klibin analizi"İZMİR-METİN AROLAT"

Bir kere şunu belirtmeliyim ki son zamanlarda yapılmış en iyi İzmir şarkısıdır Metin Arolat'ın bu şarkısı. Ve ben daha albüm yeni çıktığından bu yana bu şarkıyı beğenip daha kimse bilmezken İzmir yolunda, üniversitemden İzmir'e dönerken zevkle dinlerdim. Şarkıyı sevmeye başlayınca uzun süre nasıl bir klip olacak, umarım klip çekilir şeklinde düşünceler beliriyor insanın kafasında. Uzun süre klip beklenip daha sonra çekileceği belli olunca da bir yandan sevinip diğer yandan ise ben olsam şöyle çekerdim diye kafamda hayal etmeye başladım Radyo,Sinema ve TV mezunu biri olarak ister istemez. Ve en büyük korkum şu idi: klibin İzmir de çekilmemesi. Bu kadar güzel bir İzmir şarkısında İzmir görüntülerinin olması gerekirdi bana göre; o zaman dolu dolu bir klip olacaktı kanımca. İzmir de çekilmemesi korkusu da şuradan geliyor: Sinemadan biliyorum ki bir çok konusu, her şeyi İzmir de geçen film İzmir de çekilmedi. Aslında bunu da anlayabiliyorum mesafe demek daha çok para harcanması demek, hazır İstanbul da çekmek varken. Metin Arolat'ın İzmirli olması beni daha da umutlandırmıştı aslında. Ne var ki an itibari ile az önce klibi izlemiş bulunmaktayım. Daha önce twiter üzerinden Metin Arolat ile bu konuyu az da olsa konuşma fırsatı bulmuştum ve klibin İzmir de çekilmeyeceğinden haberdardım. Kendisi bana şarkının içinde İzmir de geçer diye bir ifade olmadığını tebessüm ederek söylemişti. Ama buna rağmen klibin sonunda, klipte İzmir ile ilgili hiç bir şey geçmez iken İzmir-Edremit tabelasını gayet hızlı bir pan ile gözümüze sokarcasına gösterme gereği duyabiliyordu :) buradan kendisine seslenmek istiyorum :) Bunun dışında klipte Metin Arolatı klasik bir otostopçu hikayesi içerisinde izliyoruz. Özge Hanım ile olan planları ve Özge Hanım'ın tekli planları ve genel itibari ile klipteki soft ışık kullanımı çok hoş. Hep aynı geçişlerin bir süre sonra göz yorduğunu söylemek istesem de Metin Arolat'ın atını kaybetmiş kovboy şeklinde çolak arazilerde elinde gitarı ile dolaşması da gayet sevimli. Sonuç itibari ile hayal edilen her şey yapılanı gördükten sonra beklendiği gibi olmaz diyorum. Ve bir gün İzmir ile alakalı bir eser'in yine Güzel İzmir'de kayıta geçmesini umuyorum. Belki Metin Bey, İzmir de bir film çeker , neden olmasın:) bizde vesile oluruz. Buradan da Metin Arolat'ın bir film çekmesini istediğimi belirtmeden edemiyorum. Bence çok farklı bir iş ortaya çıkabilir. Reklamcılık alanında aldığı ödüllerin yanına böyle bir film ödülünü de koysa hiç fena olmaz. Ömer Yargı gibi bir ustanın asistanlığını yapmış biri zaten o yeterliliğe fazlası ile sahiptir de. Yazımı ve yazımda geçenleri bir yergi olarak değil, naçizane bir fikir olarak algılayacağını Metin Arolat'ın biliyorum. Kendisi twitter'dan yazdıklarıma bile cevap verecek mütevazılıkta  kompleksiz bir insan çünkü...

Sobasız evde büyüyen nesil -2-

Şimdi hepinizin gözlerinizin önüne bir fotoğraf getirmek istiyorum. Sobalı bir oda ve içerisinde sobanın hemen önünde mavi bir leğen ve içinde bir ufaklık. Evet ben yaşlardaki bir çok insanın böyle bir fotoğrafı mevcut. Benimde var ama saklıyoruz şuan tabi. Belli bir yaştan sonra saklanmasında fayda görüyorum. Şimdi size o fotoğrafı anlatayım isterseniz. İstiyoruz dediğinizi duyar gibiyim, peki o zaman. Ufaklık banyosunu hemen sobanın başında yapardı, üşümesin diye elbet. Öte yandan da annesi kıyafetlerini sobanın askısında ısıtırdı o süre içinde. Baba boş durur mu, hayır durmaz o da ufaklığın havlusunu tutardı; bilerek havlusu diyorum çünkü o yaşlarda her evde bornoz falan olduğunu düşünmüyorum. Neyse ufaklık kurulanır, cicileri giydirilir sobanın başına oturması ile banyo işlemi tamamlanırdı. O mavi leğenin yanında sarı şişesinde mutlaka bir dalin marka şampuan da göze çarpardı. O zaman ebeveynlerin dilinde kalıplaşmış bir tabir vardı: "sobalı oda".  Aman çocuk üşümesin biz sobalı odaya geçelim tarzı cümleler kurulurdu. Şimdi  her yer de var artık kalorifer, her oda da. O sıcaklığın da bir değeri kalmıyor böyle olunca. Artık kaloriferli odalar da abuk sabuk dizilerin izlendiği, evdeki kimsenin birbirinden haberi olmadığı, beraber oturup bir çay içmekten bile aciz bireylerden oluşan çekirdek aileler görüyoruz. O soba başında banyo yapan çocuk artık büyüdü; Artık PES başından kalkmıyor ya da MANGO vitrinlerinden alamıyor kendisini, Anne-Baba ise Fatmagüle ne olduğunun derdin de. Aslında Sobanın ailemizden ayrılması ile çekirdek aile kavramının da yok olması süreci paralellik gösterir. Belki de artık soba bile  bozulan toplum-aile düzenimize bir çare olamaz...

13 Kasım 2011 Pazar

Sobasız evde büyüyen nesil -1-

80'li yıllarda doğan ben ve ben gibiler, hem sobayı yaşadılar doya doya hem de kalorifer,klima,elektrikli ısıtıcıları ve benzeri ısınma araçlarını. Fakat sobayı hiç tanımadan doğan nesil için gerçekten üzülüyorum. Sobayı bilmeden geçen çocukluğun ciddi anlamda sevgi eksikliğine yol açacağına inanıyorum. Belki eski olan şeyleri sevdiğimden aslında eskimişliğin verdiği anlamı sevdiğimden dolayı bana öyle geliyordur fakat çoğu insanın da benim gibi düşündüğünü biliyorum. Soba sadece ısınma aracı değil aynı zamanda o evin eğlencesi idi. Sobanın o iliklerine kadar ısıtan sıcaklığına değiniriz pek tabi fakat asıl konu sobanın bir tv gibi o dönemlerde izlenilen bir nesne olduğudur. Herkes sobanın çevresinde yakınında, eller ovuşturulur, gözler sobaya dikilir, onun sesi dinlenir: ninni gibidir odunların yanması,harlaması alevlerin...hele bir de gaz lambası ile aydınlanan loş bir köy evi ise,evi aydınlatır tavana vuran alevlerin ışıltısı. Uyuyana kadar onlar izlenir tavanda, anne bir şeyler asmışsa askılığına şıp şıp fos fos şeklinde yeni bir ninni dinlemek mümkün sobadan. Tüm aileyi bir arada tutar soba, hatta sıkça verilen bir örnek vardır okullarda deneme yanılma yöntemi ile ilgili; çocuk deneme-yanılma yöntemini soba ile teması ile öğrenir,yani eğiticidir aynı zamanda soba. Gelelim işin diğer bir tarafına; sobanın sayısız nimetlerinden birisi de yemek konusudur. Soba da pişirilen en efsaneleşmiş şey kestane de olsa bununla kalmaz biz evimizde üzerinde ekmek kızartır,ona ev salçası sürerdik o da yetmez üzerinde patates kızartır idik. Bir de köy de anneannem de, köy tipi soba vardı,bir gözü olan fırın gibi onda yapılan yemeklerin tadından hiç bahsetmek dahi istemiyorum; harikaydı. Son olarak ise şunu da hatırlıyorum kardeşim ile karanlıkta sobanın yansıyan ışığı ile elimizle gölge oyunları yapardık. Ben sanmıyorum ki bir ısınma aracı bir toplum için bu kadar önemli bir araç haline gelebilmiştir belli bir zaman diliminde. Kısacası Türk toplumu için; soba bir kültürdür. Ve ne yazık ki bu kültürümüze sahip pek çıkamadık; yine kolaya kaçtık; zor geldi külleri ile uğraşmak ve artık Tv vardı ve sobanın tüm işlevlerini yerine getirebiliyordu. Ben hala bugün Televizyonlardaki onca aptalca şey yerine o sobanın tavana vuran ışığını seyretmeyi tercih ederdim. Yine içimi ısıtan o sıcaklığı yapmacık dizilerdeki sıcaklığa tercih ederdim. Sobasız büyüyen bir nesil nelerden yoksundur aklıma geldikçe yazmaya devam edeceğim. Ve hala kışın gittiğimiz bir evimizin odasında soba olmasının tadını çıkaracağım...

her oyun bir hayattır.

bazen yapılabilecek her şey bitmiş gibi gelir insana,
alınacak her nefes alınmış,
sevme hakkını kullanmışsın ve kaybetmişin,
yalnız kalmışın yalnızlıktan usanmışın,
okuduğun kitaplar zevksiz,
izlediğin film sıkıcı,
insanları tüketmişsin,
kelimeler ile aran yok,
dilin söylediklerinin pişmanlığında,
yaptıkların aklının ucunda,
yaptıkları insanların diğer uçta,
aradasın...
yeniden başlamak filmlerdeki kadar kolay mıdır?
yeniden başlamak istersin,
sen sen değilsin,
zaman o zaman değil,
başlamak o kadar kolay değil,
başka bir ruhta...
insan her şeyi bırakır mı?
vazgeçmese bile bırakır.
birinin gözlerinde hayatını,
birinin sözünde bildiklerini,
birinin gülüşünde umutlarını bırakır.
bazen güvenini bırakırsın;
bazen bırakacak bir şeyin kalmadığını anlarsın.
baştan başlayacak bir yerde değilsen,
başka bir oyuna başlamanın vakti gelmiştir;
hayat içinde bambaşka oyunları bizim için barındırır.
oyunun bitmesi değildir hayatı farklı kılan;
yeniden başlayacak bir oyun bulmaktır;
oyuna anlam katan...
bu hayatta,oyunlarda bizim içindir;
hayat bir oyun değilse de ,
her oyun bir hayattır sana sunulan...

18 Ekim 2011 Salı

Mesaj vereyim derken göz çıkartan festival: Altın Portakal.

 Çok şey konuşuldu festivalden sonra; her şeyi söylemekte mümkün. Seçilen filmlerin kalitesizliği, sırf mesaj verebilmek herkese sempatik görülebilmek için verilen ödüller vs. Şüphesiz, sanat toplumdan ayrı bir mecra değildir ve olmaması gerekir. Zaten duruşuyla ve bazı sanatçıların konuşmalarıyla mesajlar verilmişken bir de ödüllerde o mesajı verelim diyen,tamamı kadınlardan oluşan jüri diğer tüm filmleri es geçti ve sadece iki film üzerinde odaklandı. Bu iki film yani Zenne ve Güzel günler göreceğiz  portakalları toplarken diğerlerinin eli de armut topladı. Pek siyasi bir düşüncesi olmayan fakat insan üzerine çok şey söyleyecek sözü olan Nar ise es geçildi.Bence, görüntü ve senaryo dallarında en güçlü adaydı ve bunlarda Nar'ı en iyi film ödülüne taşıyacaktı. Fakat ödüller verilmeye başlayınca, en iyi film ödülünün de kime gideceği belli edilmeye başlanmıştı. İçimden en iyi film i Nar'a verip hakkını teslim ederler mi derken, jüri özel ödülü denen ödülü aldığı açıklandı. Bu ödül hani seni de unutmadık tarzı bir teselli ödülüydü ve çok sırıttı. Zaten en iyi ilk film ödülünü de Zenne almıştı, en iyi film ödülünün kime gideceği apaçık ortaya konulmuştu ve öyle de oldu. "Güzel günler göreceğiz" en iyi film ödülünü alırken, ismiyle dahi mesaj vermeyi ihmal etmiyordu. Mesela Oscar ödüllerinde de süprizler olur, gençler ödül alır ama genelde önce bir kaç kez aday gösterilirler hemen ulaşılması mümkün olmayan bir ödül olduğu devamlı vurgulanır. Antalya Altın Portakal Film Festivali de Türkiye'nin en prestijli festivalidir artık diyemesem de öyledir. Çünkü; gerçekten bütün aksaklıkları, özensizliği,programsızlığı geçtim, öyle bir olay oldu ki izlerken inanamadım. En iyi Film Müziği ödülü verilirken, ki Oscar'da falan oraya orkestra gelir bizzat yapanlar canlı çalar söylerken, Antalya'da ödül verilirken filmin müziği ÇALINMADI (playback olarak bile). Bu da yetmezmiş gibi filmin sessiz görüntüsü ekrana verildi. Ben bunun yapılması zor bir iş olduğunu sanmıyorum. Bu tüm festivalin de özeti oldu bence.  Umarım seneye daha iyi bir festival olur diye diye de baya zaman geçti ömrümüzden. Bence organizasyonu bu işten anlayan isimler yapmalı ve adına, prestijine yakışır olmalı. Toplumsal mesajlar verilirken diğer yandan da sinemanın kendi doğrularından ve estetiğinden uzaklaşılmamalı, Sponsorların seçtiği,medyatik kişiler yerine sinemanın alaylı ve ya alaysız ama ortak bir beğenisi olmasa da ortak bir seviyesi olan bir jüri seçilmeli. Sinema çok özel bir sanat ve ödüller sinemaya değer veren insanlar için çok önemli. Böyle sine eski bir festival daha yıllarca devam etmeli, ama devam ederken de yerinde saymamalı, hiç bir siyasi duruma konuya alet edilmeden bir marka haline gelebilmelidir; kurulan denge sağlam olmalıdır; bu sene o dengeden ya da kaliteden söz etmek imkansızdı. Ve herkesten tüm ötekilerden bahsedilmesine rağmen bu günlerde ötekileştirilmek istenen M.K. Atatürk'ü kimsenin ağzına dahi almaması ilginçti...Son olarak Türkçenin en büyük şairi Nazım Hikmet'in "Güzel Günler Göreceğiz" şiirini festival içinde umduğumu söylemek isteyerek yazımı noktalıyorum.

Sevenler de öldü.

ölüler ne kadar sevebilirse, o kadar seveceğim seni
sımsıkı tutacağım ellerinden, hiç anlamayacaksın öldüğünü
dudaklarını ilk defa öpüyormuş gibi öpeceğim
her dokunduğumda sana, ellerim titreyecek
ve sen nedenini hiç bilmeyeceksin...
tenimin kokusunu seveceksin çok,
o tenin kokusu senin sanacaksın,
beni de kendinin sandığı gibi,
her gün öleceğim,her gün seveceksin
sevmek neymiş öğreteceğim sana,
onun bana öğrettiği gibi...
bir gün gideceğim; ikiniz de üzüleceksiniz
o ölecek alışık,
sen sadece üzüleceksin,
o nefret edecek,
nefret edecek kadar severdi beni,
sense yakıştıramaz idin kendine,
sevgi yakışıksız bir şeydi 
belki de ondan üzerine olmamıştı
üzerine olmayan her şeye davrandığın gibi;
bana da üzülmüş idin sadece,
ama sevmek;
üzülmekten fazlasıydı
ve her şeyin fazlası zarardı; sustum...
beni öldüren kadın ile,
ölü bir adamı sevecek aptalın arasında kaldım.
kendime bir yalan söyledim,
sonra o yalanda yaşadım,
yaşlandım,
ve öldüm...
Şimdi her şey eşit...
Sevenler de öldü...

13 Ekim 2011 Perşembe

BİR DÜŞÜNCE ADAMI: ATTİLA İLHAN



Bundan iki gün önce ustanın ölüm yıl dönümüydü. Aslında geç kalmış bir yazı da diyebiliriz bu yazı için. Attila İlhan'ı çoğumuz şair kimliğiyle biliriz pek tabi ve onun kadar çok fazla sayıda tanınmış, bilinen,ezbere söylenen şiiri olan bir şairde pek yoktur. Hepimiz "yağmur kaçağı" şiirini bilmesek de "ben sana mecburum" şiirini ezbere biliriz. Hayatında olduğu gibi şiirlerinde de bir çok konuyu ele almış çok yönlü bir şairdir. Halkın dilini o kadar etkileyici bir şekilde sunmuştur ki hem farkı hemde yalınlığı yakalayabilmiştir. Şiirle beraber bir çok destan,deneme,gezi yazısına imza atmıştır. Bir çok gazetede görevler almış ve demokrasi, halkın egemenliği için çeşitli sivil mücadeleler vermiştir. Atatürk'ü ondan dinlerken nasıl da özümsediğini o güzel Türkçesiyle anlattığı olaylardan çıkarabiliriz ki gençliğinde Atatürk'ü sorguladığını zamanla anlayabildiğini "Hangi Batı" deneme kitabında ifade etmiştir. Beni Attila İlhan'ın hayatındaki en çok şu olay etkiler: 16 yaşında, İzmir Atatürk Lisesi
1. sınıfta iken mektuplaştığı kız arkadaşına Nazım Hikmet'in şiirlerini yazmaktadır, bunlar okul idaresinin eline geçer ve okul ile ilişiği kesilir; 2 ay hapis yatar. Daha sonra kendisine belkide ilham olan bu büyük şairi kurtarmak için çalışmalar düzenleyecek paris'e gidecektir. Kısacası; Attila İlhan, tam bir düşünce adamıydı ve düşüncelerini yaşamının sonuna kadar savundu,anlattı,yazdı. Bize düşünce ufkumuzu açan söyleşiler,yazılar bıraktı ve hayatı boyunca her şeyi tam anlamıyla öğrendikten sonra fikir beyan ederdi ve çok okurdu. Bunların yanında o kadar güzel şiirler ve sözler bıraktı ki bize hepsi sonsuza dek bizimle beraber gelecek şüphesiz,şunları unutmak mümkün mü; "Ayrılık Sevdaya Dahil", "Belki Gelmem Gelemem", "Böyle Bir Sevmek", "Kimi Sevsem Sensin", "Sen Benim Hiçbir Şeyimsin", "Sevmek İçin Geç Ölmek İçin Erken", "Üçüncü Şahsın Şiiri", "Yasak Sevişmek"...

Ustayı tekrar saygıyla rahmetle anıyor ve "an gelir"i kendine vedasını kendi sesinden dinliyoruz...


"KRAL ÇIPLAK" SARAYDA...

Yeni sezonda ilk haftayı bitirip ikinci haftaya başladığımız bu hafta bence üzerinde en çok konuşulması gereken program "Kral Çıplak" oldu. Bahsetmek istediğim hem olumlu hemde üzerinde konuşulmasını istediğim bir çok şey var. Bundan önceki kanalında tek konuklu bir formatı tercih eden program, yeni kanalında birden fazla konuk ve Okan Bayülgen'in kendi ifadesiyle çok farklı alanlardan isimler olacaktı. İlk hafta son günlerin en panpiş ismi Hilal Cebeci konuktu; eğlenceli ve çok izlenen bir program oldu, ilk defa bir programa katılmıştı son dönem ki popülerliğinden sonra Hilal Cebeci, bu bakımdan önemliydi. Böyle bir olay olmasa popülerlik elde etmese tabi ki ben şahsen Kral Çıplak gibi bir programa konuk olacağını düşünmüyordum ki ondan sonra ki konuk Tuğba Özay, bende biraz daha şaşkınlık yarattı derken ilk program sona ermişti. Gelelim bu haftaya bu hafta biraz daha farklıydı bence,çünkü: Okan'ın ilk başta söylediği çeşitlilik bu programda mevcuttu. Program spor ile başladı toplum ile ilerledi ve doğa ile bitti. Yazımın başlığında da bahsettiğim gibi tek bir kral yoktu bu seneki formatda bir saray söz konusuydu. Son dönemde spordaki en büyük başarımız olan Bayan Voleybol takımımızın Avrupa üçüncülüğü dünkü programın ilk konusuydu ve çok güzel bir sohbet oldu, Okan'ın evden çıkıp da gelmiş gibi bir havası varsa da başlangıçta o deri ceketi çıkarmasıyla her şey daha hoş gözüktü. Daha sonra Kadına uygulanan şiddet konusu farklı bir bakış açısıyla daha izlenebilir bir şekilde Yalçın Çakır ile işlendi. Programın sonunda ise Doğa Derneği Başkanı Güven Eken konuktu. Tüketim ve İnsan paralelinde Eken'in Son dönemde sakin-yavaş şehir seçilen İzmir Seferihisar'a yerleşip şehir hayatından uzaklaşması konuşuldu. Bunların hepsini bir araya toplarsak program çok çeşitli fakat Kral Çıplak tan ziyade, Muhabbet Kralı, Muhallebi Kralı tarzında bir program oldu ve sanıyorum bu sene böyle olacak. Bence program biraz daha diğer günler kadar interaktif olabilir hatta sokak röportajları için uygun bir format olabilir. Konuk hakkında anketlere yer verilebilir. Ve son olarak geçen seneki gibi "Kral" ünvanını doldurabilecek bir isim daha konuk olmadı gibi ve geçen senekinden farklı olarak daha az şarkıcı ve canlı performans göreceğiz gibi görünüyor. Biz "Kral Çıplak" programını önemsiyoruz ve zamanla daha iyi, daha efsane, ses getirecek programlarında geleceğine inanıyoruz.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Gözlerinde Maviyi Öldürdüğüm Kadın

bütün bildiklerini unutmak istersin bazen,
bazen de bütün bildiklerini unuttururlar.
hiç tanımadığın birisi gelir,gözlerine bakarsın,
aklındaki her şey ölür,
gördüğün gözlerdeki mavi,mavi değildir artık,
tanımadığın birinde tanımadığın bir renge aşık olursun.
tıpkı,tarif edemediğin bir güzelliği anlatamamanın heyecanı...
tıpkı,birinde görüp de çok beğendiğin o kazak,
tıpkı en sevdiğin filmin adını unutmak...
birisi gelir,
bildiğin her şeye "+10" koyarsın,
birisi gelir,
gözlerinde maviyi öldürürsün,
birisi gelir...



10 Ekim 2011 Pazartesi

MEDYAMIZ NEDEN DÜZELEMEZ?

Ben bu konuyu ve bu konudaki sorunları 4 başlık altında toplamak istiyorum:


  1. Medyanın tarafsızlığı ve siyasi odaklar,önde gelen ticari kurumlar tarafından manipüle edilmesi
  2. İletişim fakültelerinde verilen eğitimin kalitesi
  3. Medya kuruluşlarında çalışanların kalifiye eleman olmaması
  4. TRT ve kamusal yayıncılık

1- Medyanın tarafsızlığı ve siyasi odaklar,önde gelen ticari kurumlar tarafından manipüle edilmesi: Kitle iletişim araçlarının günümüzdeki etkisi göz önüne alındığında ne kadar etkili bir propaganda aracı ve kitlelere ulaşma ve etkileme konusunda ne kadar başarılı bir alan olduğu herkesin ortak kanısıdır. Hele Türkiye gibi gelişmekte olan ve çok fazla kitle iletişim araçlarına maruz kalan bir toplumda k.i.a. çok kritik bir yer teşkil eder. Hiç şüphesiz siyasi iktidarlarda,muhalefet güçleri de,önde gelen ticari kuruluşlarda bu güçten faydalanma yarışı içindedirler. Bu tüm dünyada şüphesiz ki böyledir. Fakat etkileri tartışmaya açıktır; her yerde aynı etkiyi göstermediği bunun da o ülkedeki izleyenlerin refah durumu, sosyal yaşantıları ile aldıkları medya pedagojik eğitim ile ilgisi olduğunu söyleyebiliriz. Ülkemize gelecek olursak, ne yazık ki son yıllarda medya tarafsızlığını tamamen kaybetmiş durumdadır ve bunu da iki başlık altında izah etmek mümkün olacaktır:
  • Siyasi faktörler
  • Medya patronlarının sektörde  dikey kartelleşmesi sonucu doğan problemler


Siyasi faktörler: Ülkemizde medya kuruluşları bir siyasi kuruluşa dönüştürüldüler. Gelişim süreci şöyle başladı: Ak Partinin, iktidara gelmesinde Doğan Grubu seçim dönemi verdiği destek ile iktidarın yanında yer aldı. Aksi yönde hareket eden Uzan Grubu ise lav edildi. Yine iktidar ile hareket etmeyen Ciner Grubundan, Atv ve Sabah alındı. Yine Sol eğilimli bir örgütlenmeye giden Kanaltürk son el değiştiren kurum oldu. Bugünlerde ise daha önce Ciner Grubuna yapılana benzer bir şekilde vergi borçlarıyla alakalı olarak Star tv, Doğuş Grubuna verildi. Atv ve Sabah iktidara yakınlığıyla bilinen Çalık grubuna ve yine Kanaltürk'te İktidar ile yakınlığıyla bilinen İpek Grubuna verilmişti. Bu arada Doğuş grubu daha önce de Kral Tv'yi almıştı. Belli başlı kurumlar ise hala aynı çizgisinde simge konumdaydı: Cumhuriyet,Zaman...Yeni bir takın ideolojik kurumlarda vardı elbet: Taraf gibi. Çok az da olsa tarafsızlığını korumaya çalışan kanalda mevcuttu: Show Tv, TV 8 gibi...NTV ve Doğuş Grubu ise ise bu iktidar döneminde "sözde tarafsız" kalarak en çok kar sağlayan ve büyüyen kurum olmuştur. Doğuş Grubu konusuna Kartelleşme de değineceğim. Bu iktidar döneminde bu kadar el değiştirme olması medyamızda tabi ki yoruma açık bir konu olmakla beraber, Medyanın nasıl bir siyasi araca dönüşeceğinin kanıtıdır. İktidar başlangıçta Doğan grubuyla başladığı yakınlığı düşmanlığa dönüştürürken, Ciner Grubu ile başladığı düşmanlığı da Habertürk ile dostluğa çevirebilmiştir. Ciner Grubu konusuna da kartelleşme de yer vereceğim. Sonuç olarak: iktidarın başta pek güçlü olmadığı medya da daha sonraları muhalefet medyayı arkasına alınca, iktidar da "yandaş medya"  tabirini doğuracak boyutta bir yapılanmaya giderek bu eleştirileri azaltma ve kendine olumlu yönde çevirme yoluna gitmiş ve eğitim düzeyi çokta yüksek olmayan ülkemizde etkili olmayı başarmıştır.

Medya patronlarının sektörde  dikey kartelleşmesi sonucu doğan problemler: Bildiğiniz gibi medya patronları dünyada olduğu gibi ülkemizde de sadece medya sektöründe iş yapan kurumlar ve kişiler değiller. Bir çok farklı şirketleri var ve bunların güçlerini birbirlerinin yararına kullanıyorlar buna da zaten kartelleşme diyoruz. Bir medya patronunun televizyondan başka dergi ve gazetesinin olmasına yatay kartelleşme derken, hem petrol şirketi hem otomotiv galerisi olup hem de gazetesi olmasına ise dikey kartelleşme diyoruz; işte asıl sıkıntı da burada doğuyor. Seçim zamanı süresince Ak Parti yanlısı yayın yapan Doğan Grubuna seçimden sonra Petrol Ofisi uygun görülürken, araları bozulduğunda Star Tv ellerinden alınabiliyor yine Devlet ile sayısız iş yapan Ciner ve Doğuş grubu çeşitli şekillerde fazla muhalefet olmama koşuluyla ödüllendirilebiliyor ve bu medya patronları diğer işlerinde sorun yaşamamak adına gerekli eleştiriyi yapmaktan kaçınıyorlar böylelikle bu dikey kartelleşme medyanın tarafsızlığını ortadan kaldırmış oluyor.


2- İletişim fakültelerinde verilen eğitimin kalitesi: Medyadaki bozukluğun en büyük sorunlarından birisi de iletişim fakültelerinde verilen eğitimin uygulamadan uzak ve yetersiz olması. İletişim fakültelerinde 4 yıllık eğitime tabi tutulan öğrenciler hem ders programı olarak çok daha az sürede bitebilecek bir eğitimi uzatıyorlar hem de bu süreçte çok fazla aksiyonun dışında kalıyorlar. Zaten çok fazla sayıda bulunan iletişim fakülteleri çok fazla sayıda mezun verirken belli üniversitelerde toplanmış uzman kadro diğer iletişim fakültelerindeki öğretim görevlilerinin adeta bir memur zihniyetiyle çalışmasına neden oluyor. Hala kamera görmeden mezun olan öğrenciler olduğu gibi, memur zihniyetli hocalar öğrencilerine "nasıl iyi bir yönetmen olunur" başlığı attırıp altına madde madde yazdırıyorlar. Bu kadar uygulamadan uzak teoride kalan bir eğitimi sunan öğretim görevlileri bir de bu öğrencilerden bu büyük pazarda iş bulmalarını bekliyorlar. Tamamen bozuk bu düzene son olarak medya kuruluşları eklenerek genelde daha ucuza çalıştırabilecekleri iletişim fakülteleri dışından elemanlar seçerek ortak oluyorlar. Bu düzenin yeni baştan yapılandırılması şart gözüküyor.

3- Medya kuruluşlarında çalışanların kalifiye eleman olmaması: Medyadaki kalite yoksunluğunu doğuran en büyük etmenlerden biriside budur. Medya kuruluşları daha yüksek ücretle çalıştıracağı uzmanları seçmek yerine kendi yetiştireceği daha ucuz iş gücünü seçer ve işi kotarmayı yeğler ya da işten anlamayan kendi yakın akrabalarını medya kuruluşlarının başına getirir. Bu şekilde her ne kadar varlığını sürdürse de belli temelden yoksun işi bilmeyen kalifiye olmayan elemanlar ile belli bir kaliteye ulaşması mümkün değildir; kalifiye eleman hem işi en doğru şekilde yapar hem meslek etik ve ahlak kurallarından haberdardır. Böylece ortaya çıkan üründe kaliteli olur.

4- TRT ve kamusal yayıncılık: Bir ülkedeki medya ortamında tecimsel yayıncılık ne kadar önemliyse kamusal yayıncılıkta o kadar hatta daha fazla önemli yer tutar. Fakat ülkemizde bu konuda da büyük sorunlar var. TRT , kuruluşundan bu yana siyasi bu kurum olmaktan kurtulamamıştır. Kimi zaman dikta rejimlerinin kimi zamansa liberal hareketin merkezi olmuştur. Böylelikle bırakın kurumsal yayıncılığın ilkelerini yerine getirmeyi tarafsızlığını bile sağlayamamış hep yurt dışı yayınlarla başlangıçta ayakta kalmaya çalışırken daha sonraları buraya aktarılan büyük paralar TRT'yi odak noktası yapmış siyasilerin yakınlarını topladığı bir rant kurumu haline getirmiştir. Bugün hala bir çok iktidardan kalma memur TRT'de çalışan fazlalığı olmasına karşın görevini yapmaya devam etmektedir. TRT'deki bu yığılma her iktidar ile devam etmekte ve bir çok insanı mağdur etmektedir. Öte yandan bugün TRT, bir çok konuda güvenirliğini kaybetmiş, kim iktidardaysa onun propagandasını yapan bir kurum haline gelmiştir. Böylelikle doğal olarak kurumsal yayıncılığı bu kadar zayıf olan bir ülkede tecimsel yayıncılık tavan yapacaktır. Ayrıca değinmek istediğim bir diğer hayati noktada şudur ki ve çok önemlidir: TRT halen Kamu Personeli Seçme Sınavı ile memur almaktadır. Bu iletişim fakültesi okuyan öğrencilerin TRT de çalışmasını engellerken, bu kurumu bu işten anlamayan ama memur olayım hayatım kurtulsun diyenlerin eline bırakmaktadır. Ve her türlü torpilin dönmesini sağlamaktadır. Yapılması gereken TRT'nin ve diğer Özel Medya kuruluşlarının bu işte gerçekten kalite istiyorlarsa eğer kendi aralarında bir anlaşma yapmaları ve bu kuruluşlarda sadece Radyo sinema TV ve Gazetecilik bölümleri mezunlarını çalıştırmayı kabul etmeleridir. Belki o zaman biz Habertürk'ün o attığı sürmanşeti bugün tartışmıyor olurduk. Çünkü; hiç bir iletişimci o sürmanşeti atmazdı ve atılmayacağını bilirdi. 

Her şeyin çıkar ve para olmadığı; etik,mesleki ve insani değerlerin yüceltildiği bir medya diliyorum...




9 Ekim 2011 Pazar

Rutkay Aziz olabilmek ne ister?

48. altın portakal ödül töreninde ödül alan ve bir konuşma yapan Rutkay Aziz, "gerçek" bir sanatçı olduğunu bir kez daha kanıtladı. Onun da dediği gibi "gerçek bir sanatçı" olmak tanıklığı, topluma tanıklık etmeyi beraberinde getirir. Ve gerçek sanatçılar asla paranın,iktidarın köpeği olmazlar ve olmamışlardır. İktidar korkusuyla, Rutkay Aziz ustanın da dediği gibi davasından vazgeçenler ya da bir yerlere gelebilmek için kişiliğini satan dönekler bir kahvaltıya tav olarak söylem değiştirmişlerdir. Lakin her şeyin gerçeği sahtesi olduğu gibi sanatçılarında gerçeği sahtesi olmakla beraber bugün bazı şeylerden korkanlar ya da bazı şeylere tapanlar bu toplumun nazarında bir zavallı olarak yeri alacaktır. Rutkay Aziz usta konuşurken o ses tonu,söylem kabiliyeti hemen aklıma "Cumhuriyet ve Kurtuluş" filmlerin de canlandırdığı Ulu Önder Mustafa Kemal Atatürk'ü getirdi. Ve bir kişiyi daha hatırlattı; o da hiç bir şey için davasından vazgeçmemiş; ülkesini canından çok seven, Türkçenin büyük şairi:  Nazım Hikmet'i. Konuşma yaparken ki tonlamaları Nazım'ın şiir okurken ki vurgularıyla aynıydı, yakından takip edenler bunu fark etmişlerdir. Hiç şüphesiz halen daha Nazım Hikmet Kültür ve Sanat Vakfının Başkanlığını yapan, Nazım Hikmete ait oyunları sahnelemiş, yönetmiş ve onu özümsemiş birisi için bu benzerliklerin olmaması imkansız. Hayatım boyunca izinden doğrularından davalarından asla ayrılmayacağım bu iki insanı birden tek bir kişi de gördüm; Rutkay Aziz orada konuşmasını yaparken. İçinde bulunduğumuz bu günlerde ustanın da aktardığı gibi "Dünya'nın en tehlikeli hali, cehaletin örgütlü eyleme geçme halidir." ülkemizde yaşanan da bizzat budur. Bu dönemde kimi sanatçılar davalarından kişiliklerinden vazgeçmeyerek hayatlarını sürdürürken; Rutkay Aziz, Müjdat Gezen gibi, kimi sanatçılarda paralarına para katarak katıldıkları gecelerde dışarıdan ülkeyi yönetenleri öven konuşmalarına devam edecek kimileri de katıldıkları Tv programlarında kürt devleti kurulsun diyebilecek kadar zıvanadan çıkabilecektir. Ama toplumun hafızası ve tarih, zamanı geldiğinde herkesi her yaptığından sorumlu tutacaktır. Bir arkadaşımızın internetdeki yaptığı yorumda da dediği gibi; "Rutkay Aziz onurlu bir adam olarak faşizmi eleştirirken "Aman kamera bizi çekerse sıçarız" korkusuyla alkışla(ya)mayanlar. İşte faşizm..." diyoruz. Ve yazımın başlığında da belirttiğim gibi, görüyoruz ve biliyoruz ki Rutkay Aziz olabilmek ilk önce Atatürk İlke ve İnkılapları ile yaşamak; Nazım usta gibi cesur, yürekli ve her şeyden önce iyi,namuslu, doğru bir insan olabilmekten geçiyor...

Disko her yerde kral olduğunu kanıtladı.

Beklenen an gelmişti,hafta içinden bu yana kendimizi diğer kral geceleriyle tatmin etsek de herkesin beklediği gece bu geceydi "cumartesi gecesi". Bu gece diğer gecelere haksızlık etmek istemesem de farklıdır bizler için. Nedenine gelince bilinçli olarak izlemeye başladığımız ya da kendi adıma başladığım Zaga'dan bu yana TV Makinası, Disko Kralı derken bir insan için bir geceyi hatta bir haftayı anlamlı kılmayı başarmış bir programlar bütünüdür bu programlar. Benim gibi tüm hafta c.tesi günü gelsin artık diye bekleyen ve sabaha kadar Zaga'dan bu yana tek bir programı kaçırmamış insanlar için c.tesi gecesine kattığı anlam için minnettarız Okan Bayülgen'e...Okan bayülgen'in TV yolculuğu bizimde c.tesi geceleri aldığımız bir hediyeydi ve alışmıştık bu hediyeye peki şimdi ne olacak soruları vardı sezon başı kafamızda? Okan Bayülgen'in Kanal D den ayrılmasıyla biz hediyemizden marum mu kalacaktık. O bize yeni hediyeler vermeye kararlıydı ve yep yeni bir kanalda bu aslında büyük belki onun bile farkında olmadığı bu hediyeleri yapacağını açıklamıştı; yeni kanal TV 8 di. Şüphesiz onun olduğu kadar bizimde aklımızda bir çok soru vardı: ilk başta hepimiz TV 8 mi demişizdir içimizden; kimsenin aldığımız hediyenin yine tadından şüphesi olmasa da o hediyeyi yapması için Okan Bayülgen'e bu imkanlar sağlanabilecek miydi? Bu hafta ile beraber onu tekrar bence ait olmadığı fakat çok iyi bildiği TV de görmek bizi fazlasıyla mutlu etmişti. Bir takım sorunlar eksikler tabi ki vardı bugüne kadar ama onun ne kadar çok çalıştığından haberdardık çünkü o verdiği hediyeden taviz vermek istemeyecek bir adamdı, o dediği gibi Okan Bayülgen satmıyordu yaptığı programın adı "Bayülgen Show" değildi ve hiç bir zaman olmayacaktı yaptığı işle anılmak isteyişi sürekli değiştirdiği program adlarından belliydi ve kendisine bunu çoktan kanıtlamış bir insan olmasın güveni kendin de mevcuttu. Zaga bir efsaneydi bitti,Tv makinası bir fonomendi bitti; o bitirmekten korkmuyordu aynısı daha iyisini yapabilirdi bu defa bitme sırası Kanal D deydi; bitti...Bu sefer daha büyük bir doğuşun peşindeydi; kendini kendine belki de hala kanıtlayacak bir şeyler olduğunu düşünüyordu ve bunu yapmak için doğru zamanın geldiğine inanmıştı. Çok farklı,asi,bu düzenin dışındasın söylediğin bu ama Kanal D desin Naber? diyenlere de bir cevabı olacaktı elbet kralın... Herkesin merakı bizim gibi değildi elbet içinden "Kralın sonu mu geldi" diye ellerini sıvazlayanlara en büyük cevap yine bir c.tesi gecesinde gelmişti. Bugün "Disko Kralı" günü gelip çatmıştı... Programın eleştirisini yapmak pek tabi bana düşmese de her şey çok kral görünüyordu ve karşımızda sapasağlam bir Okan Bayülgen vardı. Eskiden pek izlemediğimiz TV 8 i TV mizde ön sıralara koymuştuk programdan önce bir şeyler değişmeye başlamıştı sanki, daha sonra daha önceleri aklımızda yer edinen stüdyo sorununun ortadan tamamen kalktığını görmek mutlu etmişti; giderek büyümüş bir stüdyo vardı ve daha güzel görüntüler yakalamaya müsaitti; lcd ekranlara inat ampülle savaşan biri için hiçte fena değildi şüphesiz. İlk program için seçilen konuklar harikaydı, samimi insanlardı hepsi ve programın gerçekliğine fazlasıyla uygundular. Sibel Meriç in damgasını vurduğu bir program oldu ve pek masada muhabbet dönemedi çok fazla konuşulamadı ama bu seferlik eğlencenin ön plana çıkması çokta rahatsız etmiyordu. Bir ara Reyhan hanımın bağırışları duyuldu " daha ne bekliyorsunuz " gibisinden. Gerçekten de daha ne bekliyorduk ki, hediyemizi tekrar almanın mutluluğu vardı hepimizde. VTR lerin damgasını vuracağı bir yıl olacağa benziyordu; hepsini bayıla bayıla izledik; biraz fazla reklam vardı eskiye göre ama bunun gerekliliğinin farkındaydık. Anketler ayrı bir güzellik katıyordu programa şüphesiz ve geri dönüşler konusunda en güzel verileri veriyordu bizlere. Belki de ilk programda en fazla ses konusunda sıkıntılar yaşandı ama ilkti adı üstünde. En çok programın bu kadar erken saatte belki de ansızın bitmesini yadırgadım ben neyse ki o herkesin pek beğenmediği benim anlamlı bulduğum o jenerik yine de mutlu etti beni. Programa damgasını bir izleyici vurdu bence; telefonla yayına bağlanan kişi ne dediği belirsizdi ve kime saldıracağını şaşırmıştı derken Okan Bayülgen' in ironi atışmasıyla ustalığını gösterdiği ve tatlı bir sohbete çektiği izleyici içindekileri,kinini ,kıskançlığını "stüdyo da sinek var" ve daha sonra "sinek pisliğe gelir" laflarıyla ortaya çıkarmıştı. Neyse ki yayındakiler pek bir şey anlamamıştı herkes Fatih Ürek 'e söylendiğini sandı ve bu nedenle yayından alındı. Bu olay gösterdi ki her şey yolundaydı ve yine bizim cumartesi gecesi aldığımız hediye bazı çocuklar tarafından fena halde kıskanılmaya devam ediyordu. Hediyemi almanın verdiği mutlulukla salı gününü bekleyeceğim. Okan Bayülgen daha bize vereceğin çok hediye ve anlamlı kılacağın çok gün var...

8 Ekim 2011 Cumartesi

anlamsız bir yazı...



hayat, bir anlamlandırma süreci aslında sonu olmayan

tıp kı yeni doğmuş bir bebek gibi; yaşayarak anlıyoruz

yaşadıkça suretler duruyor gözlerimizin önünde

kimisi gerçek oluyor, kimisi flu zamanla

kimisi gözümüze sokuyor yaptıklarını

kimisi gözlerimizden uzak kalbimize yakın...

her gün yeni şeyler doğuyor hayatımıza

her gün yeni şeyler ölüyor, her gün farklı biraz diğerinden

bazen aldığın nefesin sana fazla geldiği anlarda bir nefes oluyor sana birisi...

senin baktığın yerden bakıyor,başta bahsettiğim çocuk büyümüş, senin anlamlandırdığın gibi anlamlandırmış iyiyi de kötüyü de,

senin geçtiğin yollardan geçmiş, senin düşündüğün şeyleri düşünmüş, senin durup baktığın yerlere bakmış, senin büyüdüğün yerlerde büyümüş, senin söylediğin şarkıyı söylemiş, senin yediğin yemekleri annesi de ona yapmış, senin gezdiğin yerlerde gezmiş, senin üzüldüğün şeylere üzülmüş...

ve şimdi senin kurduğun hayalleri o da kuruyor olmalı...

kader dediğimiz şey aslında tamda bu olsa gerek,

kader senin dışında bir şeyden ibaret değildir,

kader de senin koyduğun anlamların bir sonucudur bir yerde,

o yer bazen bir insandır bazense bir hata bazen de bir doğru...

her şeyi belirleyen şey anlamdır o halde,

senin baktığın fotoğrafta gördüğün şey bir güzelliktir bazen,

benim baktığım fotoğrafta gördüğüm ise bir gamzenin bir yüzde

durduğu yerdir...

senin baktığın gördüğün şey sempatikliktir,

benim baktığım gözlerindeki ve dudağındaki gülüşün ne kadar

benzediğidir birbirine...

o kadar fark vardır ki kurduğumuz cümlelerden, baktığımız yerlerden, geçtiğimiz sokaklardan, yediğimiz yemeklerden bile,

sevdiğimiz insanlardan bile değişiriz biz, biz kaderin ve hayatın

arkasında koyduğumuz anlamların sorumluluğundan kaçarken

bir şey olur?

zaman hızla akmaya başlar, terlersin geçen günlerin gölgesinde

ceyran yapar ayrılıklar bünyende, üşütürsün zaman aralarında

yaşadığın acı sokakta oyun oynarken düşüp yaşadığın acıdan farklıdır, anlarsın ve bu defa anladıkça büyürsün, hayatında ikinci

anlamlar yer tutmaya başlar, tüm acılar sana aittir; yaşlanmakta dahil...

herkes aynı şeyi söylemeye başlar,herkes aynı ton da,

herkes aynı hataları yapar aynı nedenler aynı sebepler,

herkes aynı olduğunu anlatır sana hayatın,

herkes herkesi suçlar, herkes masumdur.

herkes yakmıştır birilerinin canını,

herkesin de canı yanmıştır elbet...

bu kadar çok anlamın olduğu hayatta

ikinci, üçüncü anlamlarını da bize öğreten bir hayat varken,

öğrendiğim son şey,son anlam sen ol demek istediğiniz biri olmalı

ve biri size mutlaka bu soruyu sormalı...



"herkes herseyi aynı görüp aynı güzellikte bulsaydı olur muydu ya?"

7 Ekim 2011 Cuma

sende durduğum kadar

biz birbirimizin gözlerinde büyüdük,hatırlarsın...
ilk kendimi gördüğüm yerdi gözlerin.
ilk sözlerimi duyduğum yerdi senin dilin...
ilk saklandığım yerdi nefesinin gölgesi.
biz susmayı birbirimizin dudaklarından öğrendik,
ilk kaçtığım yerdi senin parmakların,
biz senle kötü olmayı birbirimize dokunduğumuzda öğrendik,
artık çocuk değildik, her şey bizimdi istediğimiz,
ben en güzel kötülükleri senle yaptım,
çok güzeldin, kimseye yakışmazdım sende durduğum kadar...

yeşil



sanki gözlerin yeşilin kayıp bir tonu gibi,
sanki içine saklanmış çocuklar var
herkesin duyduğunda seçemeyeceği bir ton; kelimelerin...
çello gibi kadınsı, keman gibi asi...
o kadar gerçek ki gördüğüm, sanki sahte kalıyorum karşında;
önüne duvarlar koymuş gibisin diyorlar sana,
oysa o kadar yakınsın ki,duvarlarını bile sevebiliyor insan...







KALEM,KAĞIT VE AŞK



SAHNE 1- İÇ/GÜN/ GİRİŞ JENERİĞİ-KÜTÜPHANE/GENÇ

Bir genç kütüphanede dolaşmaktadır.

Sırasıyla rafta duran kitapları alır;

ilk önce Sait Faik Abasıyanık daha

sonra Nazım Hikmet en sonda

Necip Fazıl’ın kitabını alarak

kütüphanedeki masasına oturur,

kitapları masaya bırakır ve okumaya başlar.

SAHNE 2- YAZI

Ekranda yazı belirir.


“ Dünyayı güzellik kurtaracak.”

(Budala romanından)

DOSTOYEVSKİ


Birkaç saniye durduktan sonra yazı kaybolur ve ekran kararır.

SAHNE 3- BAŞLIK

Ekranda yazı belirir.


Bir inancı sevmekle başladı her şey…

Necip Fazıl Kısakürek- Ölüler şiiri



Birkaç saniye durduktan sonra yazı kaybolur ve ekran kararır.


SAHNE 4- DIŞ/GÜN/MEZARLIK/AHMET,ANIL


Mezarlığın girişinde Ahmet ile Anıl

Yürürken görülür, kendi aralarında

Konuşurlar ve konuşma bittiğinde

Mezarlığın içine girmişlerdir.




AHMET: İşte burası benim gerçekliğim Anıl.

ANIL:(Şaşkın) Seni en sevdiğim yerlerden birine götüreceğim dediğin yer burası mı?

AHMET: Evet burası. Aslında şaşırılacak bir şey yok. Onlar yabancı değiller onlar bizim ölülerimiz.

ANIL: (Yüzünde duruma anlam verememe ifadesi) Anlamadım, nasıl yani?

AHMET: Şöyle ki, onlarda bir zamanlar bizim gibi bu dünyanın yolcularıydı ama yolun sonuna gelip ebedi huzura kavuştular. Ama biz insanlar, onları unuttuk, unutuyoruz, öldüler diye onları ayaklar altına atıyoruz, halbuki onlar bizim ölülerimiz, senin bir yakının, onun bir akrabası… Onların hala bize ihtiyaçları var bizimde buradaki huzura.



Mezarlıkta yürümeye devam ederler.


ANIL: Burası gerçekten çok sakin bir yer.

AHMET: Burası sana ne kadar az sesli geliyorsa bana da o kadar sesli geliyor.



Bir mezarın başına oturur.



AHMET: Böyle oturup bazen onların şikayetlerini , dertlerini dinlerim, onlardan öğütler alırım.



Anıl şaşırarak Ahmet’in yüzüne bakar.


AHMET: Biliyorum bu çok delice geliyor sana belki deli olduğumu düşünüyorsun şuan ama inan ki sende dinlersen duyabilirsin seslerini…


Anıl daha sakin görünmeye başlar.


AHMET: Mezarlıklardan hep korkarlar, ne saçma.

Ölülerinizden korkmayın.

Aksine…

ANIL: Aksine ölüden değil diriden korkun diyeceksin öyle değil mi?

AHMET: Aynen öyle Anıl, düşünsene, şu mezardan (kenarında durduğu mezarı göstererek) çıkıp sana ne yapabilir? Onlardan değil, yolculardan korkmalısın, onlar yolun sonunda, onlar bizim bütün sorularımızın cevaplarına sahipler.




Ahmet mezarın başından kalkıp hızlıca

koşar. Anıl şaşırır ve onu takip eder.



ANIL: Ahmet nereye gidiyorsun?

AHMET: (Nefes nefese) Duyuyor musun?

ANIL: Neyi duyuyor muyum?

AHMET: Bak sana sesleniyorlar, senden biraz saygı bekliyorlar, üstlerinden atlamamalısın, duymalısın onları, sende bir gün onlar gibi sesleneceksin yolculara, onların gittikleri yola saygı duymalısın Anıl.

ANIL: ( Nefes nefese) Çok yoruldum Ahmet, biraz dinlenebilir miyiz?



Ahmet birden durur, oradan bir şişe

Su alır ve mezarlıktaki çiçekleri sular.

Anıl bir köşede dinlenmektedir.



AHMET: Buraya sık sık gelmeliyiz ( Anıl’a bakarak). Buraya alışmalıyız ve ölümün ne kadar huzurlu ve sonsuz bir tabiat olduğunun farkına varmalıyız.


ANIL: ( Hak vererek ) Haklısın aslında.

AHMET: Buraya geldiğimde, yolcu olduğumuzu ve bu yolun bir sonu olduğunu daha iyi anlıyorum ve asla korkmuyorum onlardan aksine şuanda gerçek olanı yaşayan onlara saygı duyuyorum.

ANIL: Şimdi sahte olan dünyaya geri dönme vakti geldi sanırım. ( Elini Ahmet’in sırtına koyar )

AHMET: ( Son kez arkalarında kalan mezarlığa dönüp bakarak) Buradaki güzelliği gördün ya, bizi buradaki güzellik kurtaracak…



Birlikte mezarlıktan ayrılırlar.



SAHNE 5- BAŞLIK 2


Ekranda yazı belirir.


Bir vatanı sevmekle başladı her şey…

Nazım Hikmet – “Memleketimi Seviyorum” şiiri


Birkaç saniye durduktan sonra yazı kaybolur ve ekran kararır.



SAHNE 6- İÇ/AKŞAM/ EV/EFE(BABA), DEVRİM(ÇOCUK), AYŞE(ANNE)


Küçük bir oturma odası, Anne TV’ye

Bakıyor. Baba gazete okuyor. Çocuk

İse yere oturmuş ödevini yapıyor.

Odadaki Türk bayrağı dikkat çekiyor.

Bir süre sonra çocuk elinde defteriyle

koşarak babasının yanına oturuyor.



DEVRİM: Baba, öğretmenimiz bize bugün Türkiye haritasını çizdirdi bak.


Harita görülür.


EFE: Aferin benim oğluma, ne güzel çizmiş böyle. ( Öper)


DEVRİM: Sağ ol Baba. Birde soru sordu ama en çok nereyi seviyorsunuz diye, sen en çok nereyi seviyorsun baba?


EFE: Bak o olmadı oğlum, Türkiye’yi Türkiye yapan zaten ayrılmaz bir bütün olması ve oradaki güzel insanlarımızdır.


Baba, Devrim’i kucağına alır.


EFE: Gel bakalım sen şöyle, o haritayı da alalım elimize, senle biraz memleketimiz üzerine konuşalım oğlum, sana nereyi en çok sevdiğimi anlatayım.


DEVRİM: Peki baba.


Haritaya iyice yaklaşılır.


EFE: Öncelikle burası Türkiye. Buranın her tarafı bizim memleketimiz ve çok seviyoruz. Tamam oğlum.


Konuşma boyunca, Devrim babasının

Ona söylediklerini başıyla onaylar.


EFE: Burada bugüne kadar bir çok kahraman yetişmiş: Bedreddin, Sinan, Yunus Emre…

Şöyle kuş bakışı bakalım; kurşun kubbeleri, fabrika bacalarını görebiliriz bak oğlum.


Baba- Oğul şakalaşırlar.


EFE: Memleketimizde yaşayan tüm insanlarımıza halk diyoruz oğlum. Bizim halkımız farklıdır; çekingendir: kendinden gizler bıyıkları altındaki gülüşünü, büyük acılar yaşamışlardır, (hiddetle) bu vatan kolay kazanılmadı ama asla hileyle değil; mertçe, yiğitçe…

DEVRİM: Peki çok mu büyük bizim vatanımız baba? Sen gezdin mi her yerini?

EFE: Hem de nasıl oğlum. Edirne, İzmir, Maraş, Trabzon, Erzurum say say bitiremeyiz. Ama hepsine gidemedim; Erzurum Yaylasını türkülerden bilirim, Mesela Toroslar, orada pamuk işleyenleri bir kere görememek utandırıyor beni her aklıma geldiğinde. ( Buruk)

DEVRİM: Sen gezerken de böyle araçlar var mıydı peki baba?

EFE: Nerde oğlum nerde, güzel memleketimde; develer, tiren, Ford arabaları birde hasta eşekler vardı. ( Tebessüm eder)

DEVRİM: Sen nerelere gittin buralardan peki göster baba?


Baba, tek tek eliyle göstererek anlatır.

EFE: Ben, kavaklı, söğütlü, kırmızı topraklı yollardan gittim, çam ormanlarından geçtim, en tatlı suları ve dağ başını seven alabalık hem de yarım kiloluk alabalıkların gümüş derisindeki kızıltıları gördüm, Bolu’nun Abant Gölünde, Bolu güzel yerdir, bak burada.

DEVRİM: Başka baba?

EFE: Bak Ankara! Ovasında keçiler vardır, bak Giresun! Yağlı, ağır fındığı vardır, bak Amasya! Mis kokulu elma diyarı.

Memleketimizde her şey yetişir: zeytin, incir, kavun ve renk renk, salkım salkım üzümler…

DEVRİM: Oradaki insanlarda nasıllar baba, bizim gibiler mi?

EFE: Aynı sen ben gibiler oğlum, yurdumun insanı, çocuk sevinciyle kabule hazır, çalışkan, namuslu, yiğit insanlarım, yarı aç, yarı tok, yarı esir. (Hüzünlü, yutkunarak)

DEVRİM: Ben memleketimi çok seviyorum baba, çok sevdim, bu kadar. (Eliyle gösterir)


Arada Anne onları hayranlıkla izler.

EFE: Oğlum benim, Devrim’im. Bu güzelliği sevmemek mümkün mü? Bizi bu güzellik kurtaracak oğlum…


Sarılırlar, sonra herkes evdeki eski

Haline döner.



SAHNE 7- BAŞLIK 3



Ekranda yazı belirir.


Bir insanı sevmekle başladı her şey…

Sait Faik Abasıyanık- “Alemdağda var bir yılan” hikayesi


Birkaç saniye durduktan sonra yazı kaybolur ve ekran kararır.


SAHNE 8- DIŞ/GÜN/RÜYA/FİKRET


Fikret, ıssız bir deniz kenarında

Yürüyordur. Bir banka oturur,

Üzerindekileri çekiştirirken

Bir yandan da kendi kendine

Söylenir.


FİKRET: Kirli İstanbul, kirlisin! (Bağırır)


İSTANBUL TEMSİLİ DIŞ SES: Sevmeyi dene!


FİKRET: Nasıl? Kime güveneceğim? Demesi kolay ! Her arkamı döndüğümde ya birileri ya da sen kirli İstanbul, gözlerini kıçıma dikerken kolaysa gel sen sevmeyi dene!


İSTANBUL TEMSİLİ DIŞ SES: Sevgi, her şeyin başlangıcıdır…


FİKRET: Defol be!


SAHNE 9- İÇ/GÜN/ODA/FİKRET


Fikret uyanır, rüya gördüğünü anlar.

Camı açar, tam o sırada “İstanbul,

İstanbul olalı” şarkısının çaldığını

Duyar ve sinirlenir.


FİKRET: Kes lan! Cinlerim tepemde zaten…



SAHNE 10- DIŞ/ GÜN/DURAK/FİKRET,ELÇİN


Fikret durakta beklemektedir.

Sıkıntılı bir halde elindeki

Kitapları sağa sola savururken

Güler yüzlü bir kız tebessüm

Ederek durağa yaklaşır.

ELÇİN: ( Fikret’in elindeki kitabı işaret ederek) Aragon demek, okudun mu o kitabı?

FİKRET: Okumak için almıştım.

( Umursamaz)

ELÇİN: (Tebessüm ederek) Peki.


Bir süre sessizlik olur, sağa

Sola bakarlar.

FİKRET: Aragon’u sever misin?

ELÇİN: Sevmek için okumuştum. (Gülerek)

FİKRET: Komik değil. (İçinden güler)

ELÇİN: Yok valla şaka yapmıyorum, bir dönem hiçbir şeyi sevemiyordum ve bir arkadaşımın tavsiyesiyle Aragon’u okudum. ( Tebessüm eder)

FİKRET: Peki öyle olsun.

ELÇİN: Ben Elçin bu arada…

FİKRET: Elsa gibi…

Bende Fikret…

ELÇİN: Aragon gibi değil. (gülerek)

FİKRET: Bugünde otobüs gelmeyecek herhalde…

ELÇİN: Belki de gelmiştir de sen fark etmemişindir.


SAHNE 11- DIŞ/GÜN/SAHİL/FİKRET,ELÇİN

Fikret ve Elçin, Fikret’in

Rüyasında gittiği sahildedirler.

Bir süre yürüdükten sonra

Aynı banka otururlar.


FİKRET: İstanbul’u seviyorum. Neden diye sor bana. (Gülerek)

ELÇİN: Nedenmiş bakalım? (Gülerek)

FİKRET: Neden sensin! İstanbul’un kirini senin saflığınla temizliyorum. Mis gibi sen kokuyor İstanbul artık.(Öper)

ELÇİN: Ben Elsa kadar güzel miyim? Ya da Fransa kadar? Söyle bakalım Aragonum. (Gülerek)

FİKRET: Fransa mı? Elsa mı? Sen de İstanbul da her şeyden daha güzelsiniz. O gün o durakta beklerken, o otobüs biraz erken gelseydi eğer sen de İstanbul da hayatımda olmayacaktınız. Oysa şimdi, sen benim hayatımın kurtuluşu oldun, Artık İstanbul’u da çok seviyorum, sen buradasın diye, aldığım nefesi de çok seviyorum senle aldığım için, neyin başına seni koysam yeniden başlıyorum, sen bir insanı sevmekten daha fazlasısın…



Sarılırlar ve Fikret’in elindeki

Kitap düşer, açılan sayfada bir

İnsanı sevmekle başlar her şey

Satırlarını görürüz.


SAHNE 12- İÇ/GÜNDÜZ/ÇIKIŞ JENERİĞİ-KÜTÜPHANE/GENÇ




Kitapları okumaya dalmıştır.

Saatine bakar, kitapları

Yerlerine koyarak kütüphaneden

Ayrılır.



SAHNE 13 – SON YAZI

Ekranda yazı belirir.




BU FİLM GERÇEK SAHİPLERİNE ADANMIŞTIR.


SAİT FAİK ABASIYANIK, 18 KASIM 1906- 11 MAYIS 1954

NAZIM HİKMET, 17 OCAK 1902- 3 HAZİRAN 1963

NECİP FAZIL KISAKÜREK, 26 MAYIS 1905- 25 MAYIS 1983

Birkaç saniye durduktan sonra yazı kaybolur ve ekran kararır.

TEŞEKKÜRLER…

YKY- YAPI KREDİ YAYINLARI(SEVİ SÖNMEZ-TELİF HAKLARI)

BÜYÜK DOĞU YAYINLARI(AV. SUAT AK-TELİF HAKLARI SORUMLUSU)





YAZAN: E. TURA



OPUS DEI


OPUS DEI



İÇ/GÜNDÜZ/GAZETELER EREN

Camları siyah beyaz bantlarla
Kapatılmış bir oda. İçeride tek
Bir sandalye, soba, minderler ve
Ayna var. Yirmili yaşlarda salaş
Kıyafetlere sahip Eren aynanın
Karşısında yattığı yerden çevresinde
Bulunan birçok gazeteye göz ucuyla
Bakar.

İÇ/GÜNDÜZ/SAÇ KESME 1 EREN

Eren’in elinde makine ile
Saçlarını kestiğini görürüz.
İlk kesiş ve ilk parça
Lavaboya düşer.

İÇ/GÜNDÜZ/SIKINTI EREN

Eren ayağa kalkar ve sıkıntılı
Bir şekilde ve kendi kendine
Söylenerek dolaşmaktadır.
EREN: Ben deli değilim ben askerim…








İÇ/GÜNDÜZ/SAÇ KESME 2 EREN

Eren’in elinde makine ile
Saçlarını kestiğini görürüz.
İkinci kesiş ve ikinci parça
Lavaboya düşer.

İÇ/GÜNDÜZ/UYKUYA DALMA EREN

Eren esnerken görülür ve
Kısa bir süre sonra uykuya dalar.

İÇ/GÜNDÜZ/EREN’İN RÜYASI EREN, PERİ

Odanın içinde bir peri görülür.
Eren yatmaktadır. Peri, Eren’in
Kulağına bir şeyler fısıldamaktadır.
Eren ise duymamak için periyi kimi
Zaman kovmakta kimi zaman
Kulaklarını kapatmaktadır.



PERİ: Herkes aynı, her şey aynı, yalanlar aynı, yılanlar aynı… Sen aynısın, aynandaki aynı, insanlar aynı, yer aynı, zamanımız aynı, aynı yalanlar, ayna hayatlar… Tükettikleri aynı, aldattıkları aynı, aldatılanlar aynı, aldatmalar aynı, aldanmalar aynı, dokunuşlar aynı, dokunanlar aynı, sevgiler aynı, sevgisizlikler aynı…

EREN: Git başımdan be ben daha aynı bile olamıyorum ki…

PERİ: Farklar aynı, farkımız aynı, fark ettiklerimiz aynı, şeytanlar aynı, melekler aynı sen meleksin, sen şeytansın ikisi de aynı…

EREN: Ben ne olmak istediğime karar veremiyorum ki…

PERİ: Milyon tane yüz var, milyon tane sen, milyon aynı… Sen siyahsın, sen beyazsın, masumiyet siyah, yalanlar beyaz, sen masumsun sen yalansın sen aynısın…

EREN: Aynı olan ne? (bağırır)



Korkarak uyanır…


İÇ/GÜNDÜZ/ÇILDIRMA SAFHASI EREN

Uyandıktan sonra orada duran
Bir bardak suyu alıp içer ve
Radyoyu açar.



RADYO SESİ: Ergenekon
Kapsamında 15 asker daha tutuklandı…

EREN: Askere gitmek istemiyorum ben…(saçını başını dağıtarak)
Ya beni de hapse atarlarsa…
Aynı olmak istemiyorum sonumun aynı olmasını…
EREN: Asker iyidir, askerler aynı değil midir?


Orada duran seccadeyi alır
Namaz kılmaya başlar ve kılar
Toplar seccadeyi kalkar.


EREN: Ben askerim. Namaz kılan asker olmaz mı?
Ben deli değilim ben askerim…


İÇ/GÜNDÜZ/TAKVİM FLASHBACK

Takvim görülür. Daha sonra
Takvim yaprakları uçarak kopar
Ve bir ay sonraki gün görülür
Yaprakta.

Rüzgar efekti…


İÇ/GECE/RAPOR EREN, KARGOCU

Kapı çalar. Eren kapıyı açmaya
Gider. Kargo gelmiştir. Eren, ona
Gelen mektubu alır. İçeriye geçip
Açar ve okur. Mektubu görürüz.
Mektup, T.S.K’ ya ait sağlık
Raporudur. Askerlik yapabileceği
Beyan edilmişti.





İÇ/GECE/PARFÜM SIKMA EREN

Eren parfüm şişesini alır
Ve bir kez parfüm sıkar.

İÇ/GECE/BABASININ ODASI EREN

Eren odasından çıkar ilk kez
Ve başka bir odaya doğru yürür.
Kapının kolunu tutar, bir süre
Açıp açmamakta tereddüt etse de
Açar ve girer. Odada bayraklar ve
Asker üniformalı bir adamın fotoları
Görülür. Eren fotoğraflardan birine
Yaklaşır ve tek bir söz söyler…


EREN: Baba…


İÇ/GECE/DUŞ EREN

Eren elbiseleriyle duşun
Altında görülür. Hiç kımıldamadan
Durmaktadır. Fonda şiir duyulur…


Şiir: Nazım Hikmet RAN – Bu vatana nasıl kıydılar?











İÇ/GÜNDÜZ/LİSTE FLASHBACK

Yıl 2022 yazısı görülür.
Elinde bir liste olan bir
Genç masada oturmaktadır.
Listedekiler görülür daha sonra.
Liste ABD eyaletleri listesidir.
Her bir eyaletle ilgili bilgiler yer
Almaktadır. A’ dan Z’ ye doğru
Giden listede T harfinde Türkiye
Görülür. Ekran kararır.


KULAĞIMIZA FISILDANAN AYNI YALANLARA HİTAFEN…

Takvim

kağıt helva: mütevaziliktir.
pamuk şekerİ: masumiyettir.
bardakta mısır: şımarıklıktır
.

6 Ekim 2011 Perşembe

ADALETİN BU MU DÜNYA?




Aslına bakarsanız bence bizi rahatsız eden o şarkının dediği gibi değil, velhasıl "adaletin bu mu dünya" ? derken fazla adil, adaletli olmasından yakındığını düşünmekteyim. Bakın çevrenize ki kendinizi de mutlaka orda bir yerlerde göreceksiniz, yaptığınız hatalara işlediğiniz günahlara bakın orada şimdiyi görmeniz dahi mümkün olabilecektir, sonra tekrar dönün yüzünüzü zamana yaptığınız iyiliklere herkesin yapmadığı sizin yaptığınız erdemlere bakın, karşılıksız sevgilerinize bakın yine şimdiyi göreceksiniz. Mesela birine resmen bir ilişkiyi eziyet haline getiriyorsun sonra başkası da sana öyle yapıyor; birine yaptığın haksızlığı başkası da sana, birine attığın tokatı da bir başkası sana, birine ettiğin küfürü de bir başkası sana yine...böyle bir döngü aslında hayatın adaleti; senin durduğun yer farklı; bazen öznesin bazen nesne bazen hiç içinde olmadığın bir cümlenin sonunda noktasın.Bazen içinde kalbinde olduğun bir cümlenin dışındasındır, en sevdiğin cümlene bakarsın dışardan senin ağzından çıkan cümlenin başka ağızlarda duruşunu seyredersin, ne kadar yapmacık gelir ne kadar küstah ne kadar gereksiz, sana...ama başkasının ağzından çıkan bir cümle de senin ağzında öyle durmuştur mutlaka?






Hayat bunun üzerine kurulu değil ama bu insanların dünya için tasavvur ettikleri oyundan ibaret sadece bunun farkına varabilmek önemli esasen. O zaman sana çok saçma, basit, aptalca gelen şey, o şey ki şudur, bir hoca derse girer der ki yazın evladım bakalım, "özgürlük: kendine yapılmasını istemediğin bir şeyin başkasına da yapılmamasıdır " der. Bu dur yani bunun sınırları der. İçinden dersin s.ktr git hoca... Sonra zaman geçer, ki her b.ku biliyorum sandığın zamanlar geçer, ki anlarsın ki en büyük b.k hayatmış sende bir b.k değilmişin, daha fazla b.k kelimesini kullanmak istemiyorum:) neyse bir bakmışın hayat, kendine yapılmasını istemediğin şeyi bir başkasına yapmakmış öyle değilse bile insanların anladığı buymuş kurdukları düzen buymuş, ararsın sana bunları öğreten o hocayı 118 80 olur artık çok alternatifte var, şanslısın da artık:) ülke eski ülke değil gelişmiş her yer de bölünmüş yol var biraz daha zorlasan ülke bölünecek felan...bir neyse hakkımı daha kullanıyorum:) neyse, aradın buldun sana bunları öğreten hocanı ki bunları anlatan hocan vatandaşlık dersine giren hocansa yine iyi. yok milli güvenlik dersine giren hocansa bunları anlatan arasanda bulamazsın ergenekon falan malum olaylar var:)






neyse hakkımda bitmişken konuyu bağlayayım isterim, sonuç olarak dünyanın kendi düzeni,insanların yarattığı düzen ve bize anlatılan düzen her ne kadar günümüzde çok farklı olsa da biz farkında olmadan bunların arasındaki adalet duygusu çok iyi işliyor, bizim yıllarca bağırdığımız adalet yok, adaletin bu mu dünya gibi naralar atmamız kadar saçma bir şey de yok. Adalet o kadar göreceli bir şey ki adalet bazen bizim çokta farkında olmadığımız bir olguya dönüşebiliyor, adaletsizliğin yarattığı adalet daha sarsıcı daha cezalandırıcı daha adil olabiliyor çoğu zaman. Bazen bizi rahatsız eden de bu oluyor, bu dünya bu kadar da adil olmak zorunda mı?

izmir gibi bir kız...

izmir gibi bir kız tanıdım
tutkulu, kendi başına güzel ve bağımsız...
hem her şey o; çok büyük,
hem de kendi halinde sakin.
yaklaştıkça büyüyen gözlerinde,
uzaklaştıkça kör olduğun.
her şeyi ayrı güzel,
herşey onda ama o herşeyden farklı,
izmir gibi bir kız tanıdım,
boyoz gibi,gevrek gibi,çiğdem gibi
bornova gibi alsancak gibi göztepe gibi
deniz gibi özgürlük gibi tarih gibi...
izmir gibi bir kız tanıdım,
ve izmirde ölmek istediğim geldi aklıma,
sonsuzluktu seni koyduğum yer izmirin sokaklarında,
izmir; aşktır,ben izmirli, sen ne oluyorsun şimdi ?

-mış

insan hayatta sadece bir kişiyi severmiş
çok seviyorsa geri gelirmiş
seven insan aldatmazmış
kızlar daha duygusalmış
erkekler daha çok bağlanır
seven insan alttan alırmış
kıskançlık hiç ona göre değilmiş
o unuturmuş
bu unutmazmış
sevgi bitermiş
o çekip gidermiş
aşk güzelmiş
aşk yalanmış
sen yalancıymışın
aşk özelmiş
sevgi saygı istermiş
daha önce hiç bu kadar mutlu olmamış
aşk gebermekmiş
o geberiyormuş
herkesi ona benzetiyormuş
o artık senle uğraşamazmış
ayy sen ne kişiliksizmişin
sen ne rahat birimişssin
senin kendine güvenin yokmuş
sen bencilmişsin
o sadece bir kez aşık olmuş
o sadece bir kez sevmiş
o hiç bir kıza bakmazmış
o eskide kalmış
o hiç sevmemiş
o kimseyle konuşmazmış
o kendini bildikten sonra bir şey olmazmış
sen hep hatalıymışın
o mükemmelmiş
o sevmiş seni
sen kafanda kuruyormuşun
sen atıyormuşun
o seni allaha havale etmiş
sen hiç yanında olmamışın
o erkeklerle hep mesafeliymiş
o hiç bir kıza dokunmamış
sen ne kadar aptalsın
o ne kadar salak
ayrılıkta sevdaya dahilmiş
seven insan ayrılmazmış
sevse zaten yapmazmış
hepsi aynıymış
artık çok değişmiş
bir daha yapmazmış
günahı onun boynunaymış
o aslında hiç sevmemiş
o aslında çok sevmiş
eski eskide kalmış
bu kız ona göreymiş
bu adamla evlenilirmiş
güldüm...

Neden Sevgilim yok?



Çünkü; tüketilen şeyler sadece teknoloji değil. Şimdi ne alakası var diyebilirsiniz. Bu konuya açıklık getirmeden önce belirtmek isterim ki teknoloji-sevgi,araç-sevgili kavramları arasındaki benzerlik inanılmaz boyutlara gelmiş bulunmaktadır. Bu bir kültürdür, sen ben teknolojiyi tüketirim arkadaşım ama tek eşlilikten sadakatten yanayım diyemezsin toplum olarak. Şimdi daha çok ne alakası var dediğinizi duyar gibiyim. İlaç içiyorsun, o an seni rahatlatıyor bu fakat yan etkilerini de riske etmek durumundasın,aynen böyle bir olgu tüketmek. Sen tüketirken rahatlıyorsun fakat aldığın risklerde oluyor. Nedir? Bu çok konuşulan "biz tüketim toplumu olduk" ibaresi. Yetinmek ile Tüketmek karşı karşıya geliyor. Eski yıllara gidiyoruz "Yetinmek" kral orada,günümüze geliyoruz kral değişmiş, yeni kralın adı "Tüketmek" olmuş. Yani "Zaman" kavramı çıkıyor karşımıza. Anlıyoruz sadece "Tüketim Toplumu" olmamışız,zamanda "Tüketim Zamanı" olmuş. Her şeyin başına koyduğumuz "Tüketim" kelimesi gelmiş "Sevgi" kelimesinin başına da konmuş. Konmuş da ne olmuş dediğinizi duyar gibiyim. Şu olmuş; hani çok meşhur bir araba firmasının sloganı var "Biz daha iyisini yapana kadar en iyisi bu" diye, ilişkilerde de şu mantık yerleşmiş Tüketim Toplumunda "Ben daha iyisini bulana kadar benim ki bu"...Her şey ama yaşadığımız her şeyin ömrü daha iyisini bulana kadar olmuş...Tüketim toplumundaki bu özelliği bir benzetmeyle süsleyelim; nasıl telefonların yeni çıkan modeli piyasaya sürülünce onun hayranı oluyoruz eskisini bırakıyoruz hemen, ilişkilerde böyle yaşanıyor artık. Bu da yazının başında bahsettiğim şu anlayışı ve kavramsal benzerliği doğuruyor; sevgi mi tüketim mi?, sevgili mi araç mı? Tüketim Toplumlarının bir diğer özelliği de burada ortaya çıkıyor işte: "Aynılaşmak"...Tüketim Toplumlarındaki insanlar birbirlerine benzerken dışarıda kalan insanları ise toplumdan dışlıyor; böylelikle bunların dışında kalan farklı çizgilerde aynılaşmak zorunda kalıyor; sonuç birbirinin aynısı bir toplum; birbirinin aynısı insanlar ve birbirinin aynısı ilişkiler yaşanıyor.

Ne büyük bir felaket aman tanrım! Evet ben böyle diyorum kendime çoğu zaman. Atilla İlhan ustanın "Kimi Sevsem Sensin" şiiri beliriveriyor aklımda birden; bu dizedeki "Aynılık" vurgusu ile günümüzdeki "Kimi Sevsem Sensin" aynılığını mukayese ediveriyor beynim. Kimi Sevsem "Blackberry", Kimi Sevsem "MANGO", Kimi Sevsem "Trendyol" diyesim geliyor. Bilemiyorum hala iyisin, hoşsun neden sevgilin yok dediklerinde ne derim nasıl izah ederim ama benim naçizane düşündüklerim böyle. Bu arada sevgililere de bir sözüm var: Burada anlatılanların sizinle hiç bir ilgisi yok, anlattıklarım tamamen benim art niyetim ve fesatlığım...

Son olarak bu yazıda bahsettiğim bir çok konuya uyacağını düşündüğüm,çok sevdiğim Ümit Yaşar Oğuzcan ustanın "Önce Aşk Vardı" şiirinden bir bölümle yazımı noktalıyorum:




Şimdi sen varsın ama o aşklar yok

O eski ilahlar yok taptığımız

Düşlerimizde çığlık çığlığa yalnızlığımız

Artık o yıldızlar, o geceler, o rüzğar yok

Şimdi sen varsın ama o aşklar yok...